• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

39Araf Suresi 138-157



Hatalı Çevrilen Ayetler


39Araf Suresi 138-157


Hatalı Çeviri:
138. İsrailoğullarını denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: Ey Musa! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap! dediler. Musa: Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz, dedi.
139. Şüphesiz bunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır, yapmakta oldukları da bâtıl-dır.
140. Musa dedi ki: Allah sizi âlemlere üstün kılmışken ben size Allah'tan başka bir tanrı mı arayayım?
141. Hatırlayın ki, size işkencenin en kötüsünü yapan Firavun'un adamlarından sizi kurtardık. Onlar oğullarınızı öldürüyorlar, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. İşte bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardır.
142. (Bana ibadet etmesi için) Musa'ya otuz gece vade verdik ve ona on gece daha ilâve ettik; böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu. Musa, kardeşi Harun'a dedi ki: Kavmimin içinde benim yerime geç, onları ıslah et, bozguncuların yoluna uyma.
143. Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca «Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!» dedi. (Rabbi): «Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!» buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.
144. (Allah) Ey Musa! dedi, ben risaletlerimle (sana verdiğim görevlerle) ve sözlerimle seni insanların başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol.
145. Nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini Musa için levhalarda yazdık. (Ve dedik ki): Bunları kuvvetle tut, kavmine de onun en güzelini almalarını emret. Yakında size, yoldan çıkmışların yurdunu göstereceğim.
146. Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir.
147. Halbuki âyetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar, yapmakta oldukları amellerden başka bir şey için mi cezalandırılırlar!
148. (Tûr'a giden) Musa'nın arkasından kavmi, zinet takımlarından, böğürebilen bir buzağı heykelini (tanrı) edindiler. Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşuyor ne de onlara yol gösteriyor? Onu (tanrı olarak) benimsediler ve zalimler oldular.
149. Pişman olup da kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını görünce dediler ki: Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa mutlaka ziyana uğrayanlardan olacağız!
150. Musa, kızgın ve üzgün bir halde kavmine dönünce: «Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?» dedi. Tevrat levhalarını yere attı ve kardeşinin (Harun'un) başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi): «Anam oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zalim kavimle beraber tutma!» dedi.
151. (Musa da) Ey Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kabul et. Zira sen merhametlilerin en merhametlisisin! dedi.
152. Buzağıyı (tanrı) edinenler var ya, işte onlara mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.
153. Kötülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip de iman edenlere gelince, şüphesiz ki o tevbe ve imandan sonra, Rabbin elbette bağışlayan ve esirgeyendir.
154. Musa'nın öfkesi dinince levhaları aldı. Onlardaki yazıda Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet (haberi) vardı.
155. Musa tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş deprem yakalayınca Musa dedi ki: «Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin!
156. Bize, bu dünyada da iyilik yaz ahirette de. Şüphesiz biz sana döndük.» Allah buyurdu ki: Kimi dilersem onu azabıma uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatır. Onu, sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.
157. Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber'e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.


Doğru Çeviri:
138,139Ve İsrâîloğulları'nı bol sudan/ nehirden111 geçirdik. Derken kendilerine ait putlara tapmakta olan bir topluma rastladılar. Dediler ki: “Ey Mûsâ! Onların nasıl ki tanrıları varsa, sen de bizim için bir tanrı belirle!” Mûsâ dedi ki: “Siz gerçekten câhillik eden bir toplumsunuz. Şu gördüğünüz halkın içinde bulundukları din, yok olmaya mahkûmdur ve bütün yapmakta oldukları da bâtıldır.”
140Mûsâ dedi ki: “O sizi âlemlere fazlalıklı kılmışken, ben size Allah'tan başka ilâh mı arayayım!”
141Hani bir zaman Biz, size azabın kötüsünü yapan; oğullarınızı öldüren; oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştirien, kadınlarınızı utanca boğan Firavun ailesinin elinden de sizi kurtarmıştık. Bunda da sizin için Rabbiniz tarafından büyük sınav vardır.
142Ve Mûsâ ile otuz geceye sözleştik ve süreyi bir on gece ile tamamladık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit tam kırk geceye tamamlandı. Ve Mûsâ, kardeşi Hârûn'a, “Toplumum içinde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yoluna uyma!” dedi.
143Ne zaman ki, Mûsâ, belirlediğimiz vakitte geldi ve Rabbi o'na söz söyledi: Mûsâ, “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de nazar edeyim Sana; Seni inceleyeyim, Senin ile ilgili geniş ve derin bilgiye sahip olayım!” dedi.
Rabbi o'na dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa nazar et; dağı incele, teori geliştir. Eğer nazariyen (teorin/geniş ve derin bilgin), incelemen dağın mekanına tam oturursa; dağın bulunduğu yerin önünü arkasını, altını üstünü, sağını solunu, içini dışını tam ifade ederse işte o zaman sen beni görürsün.
Böylece ne zaman ki Rabbi, Musa’nın Dağ gibi sorunları için Musa’yı aydınlattı; Musa’nın dağ gibi sorunlarını yıkıp attı. Mûsâ da dehşete düşüp heyecanla yere kapandı; Rabbine teslimiyet gösterdi. Ayılıp kendine gelince; heyecanı geçince de, “Seni tenzih ederim, Sana döndüm; tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim” dedi.
144Allah dedi ki: “Ey Mûsâ! Mesajlarımla ve kelâmımla seni insanlar üzerine seçtim. Şimdi sana verdiğimi al ve kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenlerden ol!”
145Ve Biz o'nun için o levhalarda her şeyden, bir nasihat ve her şey için bir ayrıntı yazdık. “Haydi, bunları kuvvetle al112, toplumuna da en güzel şekilde almalarını emret. Yakında size o hak yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim. 146Yeryüzünde, bütün âyetleri görseler de onlara iman etmeyen, doğrunun yolunu görseler de o yolu tutup gitmeyen, eğer sapıklığın yolunu görürlerse onu yol edinen haksız yere büyüklük taslayan şu kimseleri, âyetlerimizden uzak tutacağım.” –Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil; duyarsız, ilgisiz olan kimseler oluşlarındandır.– 147Âyetlerimizi ve âhiretteki karşılaşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir. Onlar kendi yaptıklarından başka bir şey ile mi cezalandırılırlar?
148Mûsâ'nın toplumu, Mûsâ'dan sonra, kendi toplumunun süs takılarını bir araya getirerek aldatıcı, tuzağa düşürücü sesi113 olan, aslında hiç işe yaramayan bir ilâh edindiler; büyük bir sermaye oluşturarak ona tapındılar. –Onun kendilerine bir söz söylemezliğini ve bir yol göstermezliğini görmediler mi?– Onu edindiler ve zâlimlerden oldular.
149Ne zaman ki, gözlerinin önüne geldi ve sapıtmış olduklarını gördüler, “Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, kesinlikle biz büyük zarara uğrayanlardan olacağız” dediler.
150Ve Mûsâ, hoşnut olmadan ve üzüntülü olarak toplumuna döndüğünde, “Bana arkamdan ne kötü bir halef/ nesil oldunuz! Rabbinizin emrini çabuklaştırdınız mı?” dedi. Ve levhaları bıraktı ve kardeşi Hârûn'u kendine çekerek başından tuttu. Hârûn: “Ey anamın oğlu! İnan ki, bu toplum beni güçsüz düşürdü, az daha beni öldüreceklerdi. Onun için bana düşmanları sevindirecek bir şey yapma. Ve beni bu zâlimler toplumu ile bir tutma” dedi.
151Mûsâ dedi ki: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Ve Sen merhametlilerin en merhametlisisin.”
152Şüphesiz o altına tapanlara Rablerinden bir hoşnutsuzluk, dünya hayatında bir “aşağılık” erişecektir. İşte Biz, uydurmacıları böyle cezalandırırız da.
-153Kötülükleri işleyip de sonra arkasından dönen o kimseler ve iman edenler için de hiç şüphe yok ki, Rabbin bundan sonra yine de bağışlayıcı ve merhamet edicidir.-
154 Hoşnutsuzluğu Mûsâ'yı rahat bırakınca da levhaları aldı. Onlardaki yazıda da, ancak Rableri için adam olan kimseler için bir kılavuzluk ve rahmet vardı.
155Ve Mûsâ, belirlediğimiz vakit için toplumuna yetmiş adam seçti. Ne zaman ki, bunları o sarsıntı yakaladı, işte o zaman Mûsâ, “Rabbim!” dedi, “Dileseydin bunları da, beni de daha önce değişime/ yıkıma uğratırdın. Şimdi bizi, içimizdeki o aklı ermezlerin yaptıkları yüzünden değişime/ yıkıma mı uğratacaksın? O, Senin, saflaşmamız için ateşlere atmandan başka bir şey değildir. Sen bu saflaştırma işlerinle dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğine de kılavuzluk edersin. Sen bizim yardımcımız, kılavuzluk eden yakınımızsın. Artık bizi bağışla, merhamet et, Sen bağışlayanların en hayırlısısın.
156,157Ve bize hem bu dünyada bir iyilik yaz, hem de âhirette. Biz gerçekten de Sana döndük.” Allah diyor ki: “Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah'ın koruması altına girenlere, zekatını; Allah’ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergisini114 verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları Anakentli/ Mekkeli Peygamber, o Elçi'ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O'na iman eden, O'na kuvvetle saygı gösteren, O'na yardımcı olan ve O'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”



138,139Ve İsrâîloğulları'nı bol sudan/ nehirden geçirdik. Derken kendilerine ait putlara tapmakta olan bir topluma rastladılar. Dediler ki: “Ey Mûsâ! Onların nasıl ki tanrıları varsa, sen de bizim için bir tanrı belirle!” Mûsâ dedi ki: “Siz gerçekten câhillik eden bir toplumsunuz. Şu gördüğünüz halkın içinde bulundukları din, yok olmaya mahkûmdur ve bütün yapmakta oldukları da bâtıldır.”


Bu ayetlerle başlayan pasajda Musa peygamberin İsrailoğullarının nasıl bir karaktere sahip olduklarının açıklandığı bir başka kıssası anlatılmaktadır.

138. ayette İsrailoğullarının kimlerle karşılaştığı açıklanmamıştır. Zira önemli olan o kavmin kimliği değil, yaptıklarının niteliğidir. Muhtemeldir ki, bu karşılaşılanlar Filistin’in kuzeyinde yaşamakta olan kabilelerden biridir. Bazı araştırmacıların tespitlerine göre onlar Mafka yakınlarında yaşayan ve Ay’a tapan "Samiler"dir. [Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an]

Kitab-ı Mukaddes’te bunların Amorlular [Amoriler] oldukları yazmaktadır:

14- Yeşu, "Bunun için RABB'en korkun, içtenlik ve bağlılıkla O'na kulluk edin" diye devam etti, "Atalarınızın Fırat Irmağı'nın ötesinde ve Mısır'da kulluk ettikleri ilahları atın, RABB'e kulluk edin. 15- İçinizden RABB'e kulluk etmek gelmiyorsa, atalarınızın Fırat Irmağı'nın ötesinde kulluk ettikleri ilahlara mı, yoksa topraklarında yaşadığınız Amorluların ilahlarına mı kulluk edeceksiniz, bugün karar verin. Ben ve ev halkım RABB'e kulluk edeceğiz." [Yuşa; 24. 4, 15. Cümleler:]

Mealde, "bol su; nehir" diye çevirdiğimiz sözcük, بحر'dır [bahr'dır]. Kur’ân'da geçen Mûsâ pasajlarının doğru anlaşılabilmesi için بحر[bahr] ve يمّ[yemm] sözcüklerinin anlamının da doğru olarak tesbit edilmesi gerekir.

Bu iki sözcük genellikle "deniz" diye çevrildiğinden, doğal olarak Mûsâ'nın İsrâîloğulları'nı Kızıldeniz'den geçirdiği ve Firavun ile avanesinin de Kızıldeniz'de boğulduğu kabul edilir. Ne var ki Kur’ân ve Arap dili buna izin vermez. İşin doğrusunun kavranabilmesi için bu sözcüklerin gerçek anlamını takdim ediyoruz:

البحر [BAHR]

Bahr, "ister tatlı ister tuzlu olsun çok su" demektir. Bu sözcük "kara parçası" sözcüğünün karşıtıdır. Bu sözcüğün aslı "yarmak" demektir. Su, kara parçasını yardığı için bu isimle isimlenmiştir. Eski Arap şiirlerinde de Fırat nehri bahr sözcüğüyle yer almaktadır. Büyük, tuzlu sulara [denizlere] bahr denmesi yaygındır. [Lisânu'l-Arab, "Bhr" mad.; Tâcu'l-Arûs, "Bhr" mad.]

Bahr sözcüğü, Mûsâ ile ilgili olarak Bakara/50, A‘râf/138, Yûnus/90, Tâ-Hâ/77, Şu‘arâ/63 ve Duhân/24'te geçer.

اليمّ [YEMM]

Yemm, "bahr/çok su" demektir. Leys bu sözcüğü, "derinliği ve kıyıları bilinemeyen deniz olarak tarif etmiştir. Ama Kur’ân’da Tâ-Hâ/39'da, Mûsâ'nın annesine bebeği "yemm"e bırakması vahyedildiği ve Mûsâ'nın sandığının yemm'de sahile vurduğu açıkça belirtildiğine göre bu iddia doğru olamaz. Zira Mûsâ Nil nehrine bırakıldı ve sandık nehrin kenarına yanaştı.

Bu sözcüğün Süryanice'den Arapçalaştırıldığına da inanılır. [Lisânu'l-Arab, "Yemm" mad.; Tâcu'l-Arûs, "Yemm" mad.]

Bu sözcük, A‘râf/136; Tâ-Hâ/39 (iki kez), 78, 97; Kasas/7, 40 ve Zâriyât/40'ta geçer.

Mûsâ'nın ailesinin ve Firavun'un yaşadığı yerler dikkate alındığında, Mûsâ pasajlarında geçen bahr ve yemm kelimelerinin, "bol su/nehir" olarak çevrilmesinin daha uygun olduğunu düşünüyoruz. Bu durumda Firavun, Mûsâ'nın bebekken bırakıldığı suda boğulmuştur, denizde/Kızıldeniz'de boğulmamıştır.

Lügatlerde, yemm sözcüğünün Süryanice'den Arapçalaştırılmış olabileceğinin de belirtildiğini zikretmiştik. Bunun doğru olma ihtimalinin yüksek olduğu, İbranice'de "deniz"e, yamm denilmesinden anlaşılıyor. Zaten ömründe deniz görmemiş bedevilerin denize isim vermesi de beklenemez. Eşyaya ismi, o nesneyle haşir-neşir olanlar verir. Dünyadaki doğal veya yapay nesnelerin adlarına bakıldığı zaman bu açıkça görülür.

Eldeki Kitab-ı Mukaddes'in bazı yerlerinde bu bol su "deniz, bazı yerlerinde "Kızıldeniz", bazı yerlerinde ise "kamış denizi" şeklinde geçmektedir:

Güçlü eli, kudretli koluyla, sevgisi sonsuzdur; İsrâîl'i Mısır'dan çıkarana, sevgisi sonsuzdur;Kamış Denizi'ni ikiye bölene, sevgisi sonsuzdur; İsrâîl'i ortasından geçirene, sevgisi sonsuzdur; Firavun'la ordusunuKamış Denizi'ne dökene, sevgisi sonsuzdur;Kendi halkını çölde yürütene, sevgisi sonsuzdur. [Mezmurlar, 136:11-16.]

Rabb Mûsâ'ya, "İsrâîlliler'e söyle, dönsünler" dedi, "Pi-Hahirot yakınlarında, Migdol ile deniz arasında, Baal-Sefon'un karşısında deniz kıyısında konaklasınlar. Firavun şöyle düşünecek: ‘İsrâîlliler ülkede şaşkın şaşkın dolaşıyorlardır, çöl onları kuşatmıştır.’ Firavun'u inatçı yapacağım. Onların peşine düşecek. Böylece Firavun'la ordusunu yenerek yücelik kazanacağım. Mısırlılar bilecek ki, Ben Rabbim." İsrâîlliler söyleneni yaptılar. Halkın kaçtığı Mısır Firavunu'na bildirilince, Firavun'la görevlileri onlara ilişkin düşüncelerini değiştirdiler: "Biz neyaptık?" dediler, "İsrâîlliler'i salıvermekle kölelerimizi kaybetmiş olduk!" Firavun savaş arabasını hazırlattı, ordusunu yanına aldı. Seçme 600 savaş arabasının yanısıra, Mısır'ın bütün savaş arabalarını sorumlu sürücüleriyle birlikte yanına aldı. Rabb Mısır Firavunu'nu inatçı yaptı. Firavun sevinçle ilerleyen İsrâîlliler'in peşine düştü.Mısırlılar Firavun'un bütün atları, savaş arabaları, atlıları, askerleriyle onların ardına düştüler vedeniz kıyısında, Pi-Hahirot yakınlarında, Baal-Sefon'un karşısında konaklarken onlara yetiştiler. Firavun yaklaşırken, İsrâîlliler Mısırlıların arkalarından geldiğini görünce dehşete kapılarak Rabbe feryat ettiler. Mûsâ'ya, "Mısır'da mezar mı yoktu da bizi çöle ölmeye getirdin?" dediler, "Bak, Mısır'dan çıkarmakla bize ne yaptın! Mısır'dayken sana, ‘Bırak bizi, Mısırlılara kulluk edelim’ demedik mi? Çölde ölmektense Mısırlılara kulluk etsek bizim için daha iyi olurdu." Mûsâ, "Korkmayın!" dedi, "Yerinizde durup bekleyin, Rabb bugün sizi nasıl kurtaracak görün. Bugün gördüğünüz Mısırlıları bir daha hiç görmeyeceksiniz. Rabb sizin için savaşacak, siz sakin olun yeter." Rabb Mûsâ'ya, "Niçin Bana feryat ediyorsun?" dedi, "İsrâîlliler'e söyle, ilerlesinler. Sen değneğini kaldır, elini denizin üzerine uzat. Sular yarılacak ve İsrâîlliler kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi geçecekler. Ben Mısırlıları inatçı yapacağım ki, ardlarına düşsünler. Firavun'u, bütün ordusunu, savaş arabalarını, atlılarını yenerek yücelik kazanacağım. Firavun, savaş arabaları ve atlılarından ötürü yücelik kazandığım zaman, Mısırlılar bilecek ki, ben Rabbim." İsrâîl ordusunun önünde yürüyen Tanrı'nın meleği yerini değiştirip arkaya geçti. Önlerindeki bulut sütunu da yerini değiştirip arkalarına, Mısır ve İsrâîl ordularının arasına geldi. Gece boyunca bulut bir yanı karartıyor, öbür yanı aydınlatıyordu. Bu yüzden, bütün gece iki taraf birbirine yaklaşamadı. Mûsâ elini denizin üzerine uzattı. Rabb bütün gece güçlü doğu rüzgârıyla suları geri itti,denizi karaya çevirdi. Sular ikiye bölündü, İsrâîlliler kuru toprak üzerinde yürüyerekdenizi geçtiler. Sular sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturdu. Mısırlılar ardlarından geliyordu. Firavun'un bütün atları, savaş arabaları, atlılarıdenizde onları izliyordu. Sabah nöbetinde Rabb ateş ve bulut sütunundan Mısır ordusuna baktı ve onları şaşkına çevirdi. Arabalarının tekerleklerini çıkardı; öyle ki, arabalarını zorlukla sürdüler. Mısırlılar, "İsrâîlliler'den kaçalım!" dediler, "Çünkü Rabb onlar için bizimle savaşıyor." Rabb Mûsâ'ya, "Elinidenizin üzerine uzat" dedi, "sular Mısırlıların, savaş arabalarının, atlılarının üzerine dönsün." Mûsâ elinidenizin üzerine uzattı. Sabaha karşıdeniz olağan hâline döndü. Mısırlılar sulardan kaçarken Rabb onlarıdenizin ortasında silkip attı. Geri dönen sular savaş arabalarını, atlıları, İsrâîllilerin peşindendenize dalan Firavun'un bütün ordusunu yuttu. Onlardan bir kişi bile sağ kalmadı. Ama İsrâîllilerdenizi kuru toprakta yürüyerek geçmişlerdi. Sular sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturmuştu. Rabb o gün İsrâîllileri Mısırlıların elinden kurtardı. İsrâîllilerdeniz kıyısında Mısırlıların ölülerini gördüler. Rabbin Mısırlılara gösterdiği büyük gücünü görünce korkan İsrâîl halkı, Rabbe ve kulu Mûsâ'ya güvendi. [Çıkış, 14:1-31.]


140Mûsâ dedi ki: “O sizi âlemlere fazlalıklı kılmışken, ben size Allah'tan başka ilâh mı arayayım!”

İnsanın doğadaki varlıkların hepsinden üstün olduğu Kur’an’da defalarca vurgulanmıştır. Çünkü insan doğaya hâkim olmak için yaratılmış, doğa da insanın emrine müsahhar kılınmıştır. Musa peygamberin kavmine Allah’ın kendilerine verdiği lütfu hatırlattığı bu ayetteki "O sizi âlemlere fazlalıklı kılmışken" ifadesi bu hususu dile getirmektedir. Gerçekten de insanın her alanda rütbece kendisinden düşük nesnelere tapması gülünç bir durumdur. Rabbimizin defalarca üzerinde durarak insanları bu konuda uyarmasının sebebi, bu gülünç duruma düşmelerini istememesinden dolayıdır.


141Hani bir zaman Biz, size azabın kötüsünü yapan; oğullarınızı öldüren; oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştirien, kadınlarınızı utanca boğan Firavun ailesinin elinden de sizi kurtarmıştık. Bunda da sizin için Rabbiniz tarafından büyük sınav vardır.

Bu ayet ile Bakara suresinin 49. ayeti, harfi harfine birbirlerinin aynıdır. Bu ayetin, burada, önceki ve sonraki ayetlerle bir bağlantısının olmaması ve Bakara suresinde ise İsrailoğullarına yönelik bir hatırlatma pasajının içinde yer alması, bize göre ileride [Bakara suresinde] yapılacak olan açıklamaların bir işareti olarak anlaşılmasını mümkün kılar.

Burada üzerinde durulması gereken nokta, bazı ayetlerde "zebh (boğazlama)" bazı ayetlerde "katl (öldürme)" ifadelerinin yer almasıdır.

Klasik anlayışa göre hem Musa’nın doğduğu dönemde hem de Musa’nın elçiliği esnasında Firavun israiloğullarına, oğlan çocuklarını öldürmek ve boğazlamak suretiyle soykırım uygulamıştır. Ama bu kabul, mantıklı olmamakla birlikte tarihten de onay almamaktadır. Görüleceği üzere Kitab-ı mukaddes’te de ebelere verilen çocuk öldürme olayı gerçekleşmemiştir. Orada da konu israiloğullarının mustazaflaştırıldığı; güçsüzleştiridiğidir.

Burada Kasas/4. Ayet üzerinde iyi düşünülmelidir.

4Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarakgüçsüzleştiriyor, kadınlarını utanca boğuyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi.

Kasas/4 ve A’raf 127’ye göre Firavunun amacı bir toplumu yok etmek değil zayıf düşürmektir. Bir de âyette konu edilen "Katl (öldürme)" ve "Zebh (boğazlama)" ifadelerinin Kur’an’daki Mecaz kullanımlarıdır.

قتل [QATL]

قتل[qatl] sözcüğü, mecâzen "tahavvül" [değişim, hâlden hâle geçme] demektir. Şaraba su katan kimseye, قتل الشّراب[qatele'ş-şerâbe/şarabı katletti] denir. Çünkü şaraba su katarak, onun sertliğini ve sarhoş edici özelliğini değiştirmiştir. Âşık olup da aşkın serserileştirdiği kimseye ve işlerde deneyim kazanmış, acemiliği üzerinden atmış kişiye de رجل مقتّلة[racülün muqattelün] denir. [Lisânu'l-Arab; c. 7, s. 241-245, "Qtl" mad.; Tâcu'l-Arûs, c. 15, s. 607-606, "Qtl" mad.; Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, "Qtl" mad.]

Âyetten anlaşılan o ki, burada İsrâîloğulları'ndan istenen, tevbe ederek Allah'ın istediği gibi olgun kul olmalarıdır.

Ayetteki ifadeler içinde, üzerinde önemle durulması gereken sözcük, "kurban kesmek" anlamıyla değerlendirilen "zebh" sözcüğüdür.

ZEBH

" ذبحZebh" sözcüğünün esas anlamı "şaklamak; herhangi bir şeyden parça koparmak" demektir. Daha sonraları "boğazdan kesme" anlamında kullanılır olmuştur. "Zebh" sözcüğü mecazen "helak (yıkıma değişime uğramak)" anlamında kullanılır. Zira boğazın kesilmesi, bir canlıyı helake götürmenin en seri yoldur. [Lisanü’l Arab; c: 3, s: 486-488 "zbh" mad.; Tacü’l-Arus, c: 4, s: 38-41 "zbh" mad.]

" ذبحZebh" sözcüğünün mecaz anlamından açıkça bu sözcüğün "Kurban etme" (Kurban kesme değil), "helak etme", "mağdur etme", "feda etme", argo ifadeyle "harcama" anlamlarında kullanıldığı anlaşılmaktadır.

102Sonra ne zaman ki o müjdelenen çocuk kendisiyle birlikte koşacak duruma/o'nunla birlikte iş tutacak çağa geldi, o zaman İbrâhîm: "Oğulcuğum! Şüphesiz ben, bu, uyunan; sakin, ilgisiz, duyarsız; yerde, şüphesiz kendimi, seni ZEBH ediyor (perişan, mağdur ediyor)görüyorum. Bak bakalım sen ne düşünürsün?" dedi. Oğlu: "Babacığım! Sen emrolunacağın şeyleri yap! İnşallah beni, sen yokken başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere sabredenlerden bulacaksın" dedi. [Saffat/102]

Bu ayetin lafzı manasında İbrahim peygamberin oğlunu boğazladığı söylenir. Bu akla ve dine uymayan bir davranıştır. O nedenle burada "zebh"(boğazlama)" sözcüğünün mecaz anlamına yönelmek mecburiyeti doğmaktadır.

Zebh’ın mecaz anlamına göre de, İbrahim peygamber, henüz oğlu kendisine muhtaç bir çağda iken oğlunu yüzüstü bırakmış, onun perişan olacağına aldırmadan Allah’a hizmete koşmuştur.

54Hani bir zamanlar Mûsâ toplumuna, "Ey toplumum! Şüphesiz siz altına tapmakla kendi kendinize haksızlık ettiniz. Gelin hemen Yaratıcınıza tevbe edin de benliklerinizi değiştirin. Böylesi, Yaratıcınız nezdinde sizin için hayırlıdır" demişti. Sonra da Yaratıcınız tevbenizi kabul etti. Şüphesiz Yaratıcınız, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, engin merhamet sahibinin ta kendisidir. [Bakara/54]

66Eğer Biz, onlara: "Kendinizikatledin (öldürün) veya yurtlarınızdan çıkın" diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Ve eğer onlar, öğütlendikleri şeyleri yapsalardı, elbette kendileri için daha hayırlı ve sebat etmede daha kuvvetli olurdu.67,68Ve o zaman kesinlikle kendilerine nezdimizden çok büyük bir ödül verirdik. Ve onları kesinlikle doğru yola kılavuzlardık. [Nisa/66]

Bu ayetlerdeki Qatl sözcüğü, hakikat anlamıyla "öldürmek" demektir. Burada "tevbe ile qatl" söz konusu olduğuna göre, قتل[qatl] sözcüğünün hakikat manasına alınması mümkün değildir. O nedenle qatl kelimesi, mecâzî anlama (değişim, dönüşüm anlamına) hamledilmelidir.

Bu açıklamalardan sonra Firavunun planının konu edildiği ayetlerdeki "zebh" ve "katl" sözcüklerinin mecaz anlamlarını dikkate alınarak; Firavun’un israiloğullarının erkeklerini, eğitimsiz, öğretimsiz, mesleksiz bırakmak suretiyle mustazaflaştırdığını; güçsüzleştirdiğini, iktidarına zara veremeyecek alt tabaka halinde bıraktığını anlamak, kabullenmek daha sağlıklı olacaktır.

Bu konu hakkındaki tarihî bilgilerin ayetin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacağı kanaatindeyiz. Ancak bu konudaki tek yazılı kaynak Kitab-ı Mukaddes’tir:

8- Derken Yusuf hakkında bilgisi olmayan biri Mısır Kralı oldu.
9- Halkına, "Bakın, İsrailliler sayıca bizden daha çok" dedi,
10- "Gelin, onlara karşı aklımızı kullanalım, yoksa daha da çoğalırlar; bir savaş çıkarsa, düşmanlarımıza katılıp bize karşı savaşır, ülkeyi terk ederler."
11- Böylece Mısırlılar İsrailliler'in başına onları ağır işlere koşacak angaryacılar atadılar. İsrailliler Firavun için Pitom ve Ramses adında ambarlı kentler yaptılar.
12- Ama Mısırlılar baskı yaptıkça İsrailliler daha da çoğalarak bölgeye yayıldılar. Mısırlılar korkuya kapılarak
13- İsrailliler'i amansızca çalıştırdılar.
14- Her türlü tarla işleri, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işlerde yaşamı onlara zehir ettiler. Bütün işlerinde onları amansızca kullandılar.
15- Mısır Kralı, Şifra ve Pua adındaki İbrani ebelere şöyle dedi:
16- "İbrani kadınlarını doğum sandalyesinde doğurturken iyi bakın; çocuk erkekse öldürün, kızsa dokunmayın."
17- Ama ebeler Tanrı'dan korkan kimselerdi, Mısır Kralı'nın buyruğuna uymayarak erkek çocukları sağ bıraktılar.
18- Bunun üzerine Mısır Kralı ebeleri çağırtıp, "Niçin yaptınız bunu?" diye sordu, "Neden erkek çocukları sağ bıraktınız?"
19- Ebeler, "İbrani kadınlar Mısırlı kadınlara benzemiyor" diye yanıtladılar, "Çok güçlüler. Daha ebe gelmeden doğuruyorlar."
20- Tanrı ebelere iyilik etti. Halk çoğaldıkça çoğaldı.
21- Ebeler kendisinden korktukları için Tanrı onları ev bark sahibi yaptı.
22- Bunun üzerine Firavun bütün halkına buyruk verdi: "Doğan her İbrani oğlan Nil'e atılacak, kızlar sağ bırakılacak." [Kitab-ı Mukaddes; Çıkış; 1/8–22:]

Ayrıca Musa ile ilgili "katl (öldürme)" sözcüğü Kasas suresinde de yer almaktadır.
9Ve Firavun'un karısı: "Benim ve senin için göz aydınlığı! Onu katletmeyin; Musa’yı diğer israiloğulları çocukları gibi niteliksiz; eğitimsiz- öğretimsiz, mesleksiz bırakmayın", belki bize bir yararı dokunur, ya da o'nu evlat ediniriz" dedi. Ve onlar, işin farkında olmuyorlar. [Kasas/9]

Buradaki "onu katletmeyiniz (onu öldürmeyiniz)" ifadesi de mecazi anlamda olup, ayetteki anlam, "Bu bebek senin ve benim için göz aydınlığıdır. Onu katletmeyin; Musa’yı diğer israiloğulları çocukları gibi niteliksiz; eğitimsiz- öğretimsiz, mesleksiz bırakmayın" demektir.

Ayetteki İstihyâ ile ilgili ayrıntılı bilgi bu surenin 127. Ayeti açıklamalarında verilmiştir.


142Ve Mûsâ ile otuz geceye sözleştik ve süreyi bir on gece ile tamamladık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit tam kırk geceye tamamlandı. Ve Mûsâ, kardeşi Hârûn'a, “Toplumum içinde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yoluna uyma!” dedi.

Bu ayetteki "otuz geceye on gece daha ekledik" anlamına gelen ifade, Bakara suresinin 51. ayetinde "kırk gece" olarak ifade edilmiştir. Bu anlatım usulü, Arap edebiyatında çok benimsenmiş ve Arap şiirinde pek çok örneği olan bir usuldür. Nitekim Ankebut/14’te Nuh peygamber ile ilgili de 1000-50 yıl ifadesi yer alır.

Ayetten anlaşıldığına göre, 40 günlük bir eğitime tâbi tutulacak olan Musa peygamber, bu süre için yerine kardeşi Harun’u vekil bırakmış ve ona "düzeltici ol, bozguncuların yoluna uyma" diye talimat vererek görev mevkiine gitmiştir.

Sina Dağı olan bu mevki hakkında şu bilgiler verilmektedir:

"Tur-i Sina, Musa Dağı ya da Harea Dağı olarak da bilinir, Arapça Cebel Musa, İbranice Har Sınaı. Mısır’da Sina yarımadasının ortagüney kesimindeki Sinaü’l-Cenubiye [Güney Sina] ilinde granit doruk (2285 m)". Sina Dağı Yahudi tarihinde tanrısal vahyin indiği yer olarak kabul edilir, Tanrı’nın burada Hz. Musa’ya görünerek ona On Emir’i verdiğine inanılır (Çıkış 20; Tesniye 5). ( ...) İ.S 530’da dağın kuzey eteğine Katherine Manastırı kuruldu. Günümüzde Sina Bağımsız Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı birkaç kişinin yaşadığı bu manastır, bir olasılıkla dünyanın aralıksız kullanılmış en eski manastırıdır. Bugün British Museum’da bulunan 4. yüzyıldan kalma Yunanca Kodeks Sinaitikos gibi pek çok eski yazmayı içeren kitaplığı, Kitab-ı Mukaddes metninin yeniden yazılmasında paha biçilmez bir kaynak olmuştur." [Ana Britannica ansiklopedisi; c: 28, s: 34]

Kardeşi Harun, yaşça büyük olmasına rağmen rütbece Musa’dan küçüktür. Yüce Allah, Harun’u Musa’nın talebi üzerine kendisine yardımcı vermiştir:

20O da onu hemen bıraktı/yerleşik hayata geçti, bir de ne görürsün! Artık sağ elindeki; kendisine vahyedilen Kitap, koşan bir candır; sosyal hayatın kaynağıdır.
25Mûsâ: "Rabbim! 33Seni tüm noksanlıklardan çok arındırmamız 34ve Seni çok çok anmamız için 25göğsümü aç, 26işimi bana kolaylaştır. 27Dilimden de düğümü çöz 28ki sözümü iyi anlasınlar. 29Ve ehlimden; 30kardeşim Hârûn'u 29benim için bir vezir kıl, 31o'nunla arkamı kuvvetlendir. 32İşimde o'nu bana ortak et. 35Şüphe yok ki Sen bizi görüp duruyorsun" 20dedi. [Ta Ha/20-35]

35Ve andolsun ki Mûsâ'ya Kitab'ı verdik, kardeşi Hârûn'u da o'nunla birlikte yardımcı, destekçi verdik. [Furkan/35]


143Ne zaman ki, Mûsâ, belirlediğimiz vakitte geldi ve Rabbi o'na söz söyledi: Mûsâ, “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de nazar edeyim Sana; Seni inceleyeyim, Senin ile ilgili geniş ve derin bilgiye sahip olayım!” dedi.

Rabbi o'na dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa nazar et; dağı incele, teori geliştir. Eğer nazariyen (teorin/geniş ve derin bilgin), incelemen dağın mekanına tam oturursa; dağın bulunduğu yerin önünü arkasını, altını üstünü, sağını solunu, içini dışını tam ifade ederse işte o zaman sen beni görürsün.”

Böylece ne zaman ki Rabbi, Musa’nın Dağ gibi sorunları için Musa’yı aydınlattı; Musa’nın dağ gibi sorunlarını yıkıp attı. Mûsâ da dehşete düşüp heyecanla yere kapandı; Rabbine teslimiyet gösterdi. Ayılıp kendine gelince; heyecanı geçince de, “Seni tenzih ederim, Sana döndüm; tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim” dedi.

Rabbi o'na dedi ki: "Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa nazar et; dağı incele, teori geliştir. Eğer nazariyen (teorin/geniş ve derin bilgin), incelemen dağın mekanına tam oturursa; dağın bulunduğu yerin önünü arkasını, altını üstünü, sağını solunu, içini dışını tam ifade ederse işte o zaman sen beni görürsün."

Böylece ne zaman ki Rabbi, Musa’nın Dağ gibi sorunları için Musa’yı aydınlattı; Musa’nın dağ gibi sorunlarını yıkıp attı. Mûsâ da dehşete düşüp heyecanla yere kapandı; Rabbine teslimiyet gösterdi. Ayılıp kendine gelince; heyecanı geçince de, "Seni tenzih ederim, Sana döndüm; tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim" dedi.

143. ayet genel olarak "Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca «Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!» dedi. (Rabbi): «Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!» buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim. (T. D. Vakfı Meali)" diye meallendirilir.

Bu meallerdeki olayda, Musa’nın hasar görmemesi; dağın yıkılışına kimsenin tanık olmaması; olaya ait herhangi bir işaretin, bulgunun olmaması; meallerin akla ve mantığa uygun olmadığını göstermektedir. Ancak bu olayların yaşandığına inanılır ve bunlar mucize kabul edilir. Hâlbuki Sünnetullah’da, Allah’ın evrendeki fiziksel kurallarında, bu kurallara aykırı böyle bir olayın gerçekleşmesi; söz konusu değildir.

Biz sünnetullah’a uyan gerçek anlamı bulabilmek için bazı tahliller sunuyoruz.


تجلّى TECELLİ

" تجلّىTecelli" sözcüğü "ortaya çıkmak, görünmek" demektir. Sözcüğün kaynağı, Arapların " جَلَيْتُ العَرُوسَceleytü’l-arûse [gelini açığa çıkardım]" tabiridir. Bu sözcük ayrıca "üzerindeki pası giderilerek ortaya çıkarılan kılıç" için de kullanılır. "Tecelli" sözcüğünün mastarı olan " جلاءcila" sözcüğü Türkçeye de aynı anlamla geçmiştir. Kısacası bu ifade kapalı bir şeyin açığa çıkarılması, bir muammanın çözülmesi, girift bir konunun açıklığa kavuşturulması demektir.

Ayetteki " تَجَلَّىTECELLÂ" kalıbı, bu işin bir defa değil defalarca yapıldığını ifade eder.

Ayette görme konusu ile ilgili iki farklı fiil kullanılmıştır. Birisi "اَرِن۪ٓي " diğeri "اَنْظُر". Musa, "Rabbim Kendini bana göster de Seni göreyim" demiyor. Yani buradaki ifadelere göre Allah Kendisini gösterecek Musa’da NAZAR edecektir. Bunun anlamı, Musa Allah’ı görüp enine boyuna, derinliğine Allah’ı inceleyecektir. Musa’nın istediği budur.

NAZAR النظر

Lisanü’l-Arab’a göre " نظرnazar" sözcüğünün anlamı "karşı karşıya gelmek" demektir. Gözle bakılmasa da, görülmese de karşı karşıya bulunmak, "nazar" için yeterlidir. Hatta gözleri görmeyenler de "nazar" edebilirler. Buradan hareketle, bir işi göreceği, bitireceği umulan kimsenin ya da makamın karşısında durmaya, göz bebeğini ona yöneltmeye "nazar" denilir olmuştur. [Lisanü’l Arab, "n z r" mad.]

Nazar aydınlanma arzusudur. Nazır, bir şeyin ortaya çıkmasını arzu eden kişi demektir. Aynı zamanda eşyanın durumlarına ilişkin fikir ve iyice, etraflıca düşünmedir.. Nazar ancak meçhul olan bir şeyin bilinmesi hakkında geçerlidir. [El furuku fillugati; EBU HİLAL EL ASKERİ]

Bir konu hakkında derin düşünceye, incelemeye; teori üretmeye de NAZARİYE (Sistemli bir biçimde düzenlenmiş birçok olayı açıklayan ve bir bilime temel olan kurallar, yasalar bütünü, teori) denir.

جبلCEBEL DAĞ

Deyim olarak tüm dünya dillerinde dağ, aşılması zor iniş çıkışları, sarp yokuşları, uçurumları, mağaraları, vahşi varlıkları, altından kalkılması mümkün olmayan yükleri, sorumlulukları, zor işleri, aşırı derecedeki dertleri, deşifre edilmez sırları simgeler. Bunların metaforudur.

Ayette " ألْجَبَلَel cebele", " عَلَى الْجَبَلِale’ l cebeli" veya " الى الْجَبَلِile’l cebeli" denilmeyip, "لِلْجَبَلِ Li’l cebeli" denilmiştir. Bunun anlamı, Allah, "dağa tecelli etti" yani "dağı parlattı durdu" demek olmayıp "DAĞ İÇİN PARLATTI DURDU" demektir. Yani parlatılan Dağ değil Musa’dır. Musa’nın parlatılması, aydınlatılması dağ (Musa’nın içinde bulunduğu dağ gibi zihinsel sorunları; fikir işkenceleri) nedeniyledir. Dağ olmasa Musa aydınlatılmayacaktır.

NOT: Arapçadaki edatlardan ta’lil lamı " لِ " :

Bu edat, için, -den dolayı, -mesi sebebiyle anlamlarında kullanılır. Nitekim لِلْجَبَلِ li’l cebeli kelimesinde (لِ) edatı, için anlamında, yani DAĞ İÇİN anlamında kullanılmıştır.

دَكّDEKK

Bu sözcüğün de öz anlamı "duvarın ve dağın yıkılması" demektir. (Tüm lügatler)

Bu sözcük, Fecr/21 ve Hakka/14 gibi direkt fiil haliyle gelmeyip, bu ayette "ceale" filinin ikinci meful-ü bihi olarak gelmiştir. Bu bölümdeki sözcük öbeğinin anlamı "Rabbi dağı yıkılmış kıldı" demektir. Mecazi anlam olarak bu cilalama nedeniyle Allah, Musa’nın zihnindeki dağ gibi sorunları, dertleri, yıkmış, ortadan kaldırmıştır. Yani Musa’yı ikna etmiştir; Musa mutmain olmuştur.

İşin özü: Musa’nın zihninde Allah ile ilgili dağlar misali dertler, fikir sancıları; zihninde soru işaretleri vardır. Nitekim İbrahim (Saffat/88, 89) ve Yunus (Saffat/39-48) peygamberlerde de olmuştu.

Ama Musa’nın dertleri dağ metaforuyla ifade edildiğine göre diğer peygamberlerinkinden daha büyük, daha girift.

Musa, bu büyük sorunların çözümünü, Allah’ın bizzat Kendisini göstermesinde; kendisinin de O’na nazar etmesinde bulmakta ve buna inanmaktadır.

O nedenle "Ey Rabbim! Göster bana Kendini de nazar edeyim Sana/iyi bir inceleyeyim Seni!" der.

Rabbi ise kendisine "Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa nazar et; dağı incele, teori geliştir. Eğer nazariyen (teorin/geniş ve derin bilgin), incelemen dağın mekanına tam oturursa; dağın bulunduğu yerin önünü arkasını, altını üstünü, sağını solunu, içini dışını tam ifade ederse işte o zaman sen beni görürsün" der.

Bunun açık anlamı, "senin yapın; gözünle, zihninle bir dağa nazar etmeye; tastamam görmeye, incelemeye bile yetmezken sen Beni nasıl görüp incelersin! Beni görmek senin kapasiteni aşar" demektir. Kısacası Allah, Musa’ya haddini bildirmektedir.

Bu örnekleme ile ve başka vahiyler ile Musa aydınlatılır; Rabbi Musa’nın dağ gibi sorununu çözer, Musa’yı aydınlatır. Musa’nın dağ gibi dertleri yıkılır gider. Ve Rabbine karşı saygısından kendini yere atar. Normale dönünce de tövbe eder: "Seni tenzih ederim, sana döndüm (tövbe ettim) der. Musa, "ve ben inananların ilkiyim" demek suretiyle Allah’ın görülemeyeceğine ilk inananın kendisi olduğunu beyan etmiştir. Yoksa Musa peygamberin "inananların ilkiyim" ifadesi, "Allah’ın varlığına inananların ilkiyim" anlamında değildir. Çünkü Musa peygamberin inancı o anda gördükleriyle oluşmamıştır ve o eskiden beri Allah’a inanmaktadır.

143. Ayetteki birinci cebel sözcüğü öz anlamında, ikinci cebel sözcüğü mecaz anlamında kullanılmış olup CİNAS sanatı yapılmıştır.

Cebel sözcüğünün mecaz anlamda kullanılışını aynı surenin 171. ayetinde de görmekteyiz.

171Hani bir zamanlar dağ gibi sorunlar, gölgelik/şemsiye gibi üzerlerine çökmüş iken, onlar da o dağ gibi sorunlarla yaşayıp duracaklarına inanmışlarken Biz, o dağ gibi sorunları silkip atmıştık: "Allah'ın koruması altında olmanız için size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekini hatırınızdan çıkarmayın!"

Bu olaydan daha sonra İsrailoğulları da Allah’ı görmek istemişlerdir:
55Hani bir zamanlar da siz, "Ey Mûsâ! Biz, Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız" demiştiniz de bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti. [Bakara/55]

İdraki-i Meali
İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez
Zira bu terazi bu kadar sikleti çekmez
Ziya PAŞA

İdrak-i maali:Kelime anlamı yüksek fikirleri,derin hikmetleri kavramaktır.

Akıl mecaz aleminde olup bitenleri kavramak ve beden ülkesini yönetmekle görevli bir melekedir. Fizik alemin sultanı akılsa,fizik ötesi alemin sultanı Kalptir,Ruhtur.

O derin hikmetleri kavramak aklın karı değildir.

"Gözler O’na erişemez. Onun ilmi ise bütün gözleri ihata eder." (Enam, 6/103)

Kelâmcıların bir hayli meşgul olup tartıştıkları ve sonuçta mümkün olmadığı, olamayacağı üzerinde ittifak ettikleri "Allah’ın görülmesi" meselesi, Kur’an’da hiçbir tereddüde mahal vermeyecek bir açıklıkla bildirilmiştir:

103Gözler O'na erişemez, O ise gözlere erişir; O, çok armağan sahibidir, her şeyden haberlidir. [En’âm/103]

Zaten ayetteki " لنlen" edatı ile arkadan gelen şart cümlesi, insanın Allah’ı görmesinin mümkün olmayacağını göstermektedir.

Buna rağmen bazı kimseler, içinde " نظرnazar" sözcüğünün geçtiği Kıyamet suresinin 22, 23. ayetlerindeki ifadeyi, birçok rivayetten de destek alarak, Allah’ın görülebileceği şeklinde yorumlamışlardır. Hâlbuki "Lisanü’l-Arab", "nazar" sözcüğünün anlamını "karşı karşıya gelmek" olarak vermiştir. [Lisanü’l-Arab; Nazar mad.] Yani sözcük gözlerle görmeyi değil, karşı karşıya bulunmayı ifade eder. Bu anlama göre "nazar etmek", gözleri görmeyen birisinin de yapabileceği bir iştir. Dolayısıyla "Allah’a nazar etmek" tabirinin Allah’a gözle bakmak veya Allah’ı görmekle bir alâkası yoktur. Kıyamet suresindeki "Rabblerine nazar eden yüzler" ise Rabblerine yönelmiş ve O’ndan nimetler uman kişilerdir.


144Allah dedi ki: “Ey Mûsâ! Mesajlarımla ve kelâmımla seni insanlar üzerine seçtim. Şimdi sana verdiğimi al ve kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenlerden ol!”

Allah’ı görme talebinin mümkün olmadığının gösterilmesinden sonra, bu ayette de Musa peygamberin kendisine verilenlerle yetinmesi ve bunlara şükretmesi istenmektedir. Hiç de az sayılır cinsten olmayan bu nimetlere şükür elbette ki lâfla değil, nimetlerin gereğini hakkıyla yerine getirmekle olacaktır.


145Ve Biz o'nun için o levhalarda her şeyden, bir nasihat ve her şey için bir ayrıntı yazdık. “Haydi, bunları kuvvetle al, toplumuna da en güzel şekilde almalarını emret. Yakında size o hak yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim.

146Yeryüzünde, bütün âyetleri görseler de onlara iman etmeyen, doğrunun yolunu görseler de o yolu tutup gitmeyen, eğer sapıklığın yolunu görürlerse onu yol edinen haksız yere büyüklük taslayan şu kimseleri, âyetlerimizden uzak tutacağım.” –Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil; duyarsız, ilgisiz olan kimseler oluşlarındandır.–

147Âyetlerimizi ve âhiretteki karşılaşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir. Onlar kendi yaptıklarından başka bir şey ile mi cezalandırılırlar?



145Ve Biz o'nun için o levhalarda her şeyden, bir nasihat ve her şey için bir ayrıntı yazdık. "Haydi, bunları kuvvetle al, toplumuna da en güzel şekilde almalarını emret. Yakında size o hak yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim. 146Yeryüzünde, bütün âyetleri görseler de onlara iman etmeyen, doğrunun yolunu görseler de o yolu tutup gitmeyen, eğer sapıklığın yolunu görürlerse onu yol edinen haksız yere büyüklük taslayan şu kimseleri, âyetlerimizden uzak tutacağım." –Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil; duyarsız, ilgisiz olan kimseler oluşlarındandır.–

Musa peygambere verilen levhalarda neler yazılı olduğu, başka bir ayette açıklanmıştır:

154Sonra Biz, Rablerine kavuşacaklarına inansınlar diye iyilik-güzellik üretenlere tamam olarak, her şeyi genişçe açıklamak ve kılavuz ve rahmet olmak üzere Mûsâ'ya Kitab'ı verdik. [En’âm/154]

İKİ LEVHA

Bu iki levhanın cinsi ve üzerlerine nasıl yazı yazıldığına dair kesin bir bilgi bulunmamaktadır. İncil’de bu levhaların kalın taş kalıpları hâlinde oldukları ve üzerlerindeki yazının Allah tarafından yazıldığı ifade edilmiştir. Levhalardaki yazılar Kur’an’da da Allah’a atfedilmekle beraber, levhaların ne şekilde yazıldığını bilmediğimiz için, onların Musa peygamber tarafından yazıldığı yönünde bir kanaate sahibiz.

FASIKLAR YURDU

İlk bakışta bu yurtların daha önce fasık [günahkâr] olmuş ve bugüne sadece isimleri kalmış olan Ad ve Semud gibi kavimlerin yurtları olduğu anlaşılmaktadır. Zaten eldeki bilgiler de bu kavimlerin Ortadoğu’da yaşadıklarını göstermektedir. Ancak bu fasıklar yurdunun o dönemde putperestlerin elinde bulunan yerler olması da mümkündür. "Fasıklar yurdu" ifadesi ile yukarıdakilerden hangisi kastedilmiş olursa olsun, İsrailoğulları bu yurtlara Musa peygamber döneminde sahip olamamışlardır. Dolayısıyla, ayetin ifadesi bir müjde niteliğindedir.

İsrailoğullarının fasıklar yurduna yerleştirilecek olması, bir yönüyle de "Eğer siz de o fasık kavimler gibi olursanız, sizi de yok eder, sizin yerinize başkalarını getiririm. Bunu gözlerinizle görün!" anlamına gelen bir ihtar mahiyetindedir.

146. ayette, hevasını rabb edinip vahye kulak vermeyen ve Allah’ın ayetlerini yalanlayanların başlarına ne belâlar gelebileceği üzerinde durulmakta ve içine düştükleri durumun sebebi olarak onların kendi anlayış ve yaşayışları gösterilmektedir. Bu konu daha önce "Kalplerin Mühürlenmesi" başlığı altında geniş olarak işlenmiştir.

147Âyetlerimizi ve âhiretteki karşılaşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir. Onlar kendi yaptıklarından başka bir şey ile mi cezalandırılırlar?

Bu ayette, fasıkların sadece kendi amelleri karşılığında cezalandırıldıkları açıklanmaktadır. Bu açıklamadan da anlaşılmaktadır ki, bu kişilere zorla yaptırılmış bir davranış söz konusu değildir. Onların karşı karşıya geldikleri muamele, bir adalet gerçekleştirme işlemidir ve tamamen kendi özgür iradeleriyle yaptıkları davranışların önceden haber verilmiş sonuçlarıdır.


148Mûsâ'nın toplumu, Mûsâ'dan sonra, kendi toplumunun süs takılarını bir araya getirerek aldatıcı, tuzağa düşürücü sesi olan, aslında hiç işe yaramayan bir ilâh edindiler; büyük bir sermaye oluşturarak ona tapındılar. –Onun kendilerine bir söz söylemezliğini ve bir yol göstermezliğini görmediler mi?– Onu edindiler ve zâlimlerden oldular.

149Ne zaman ki, gözlerinin önüne geldi ve sapıtmış olduklarını gördüler, “Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, kesinlikle biz büyük zarara uğrayanlardan olacağız” dediler.

150Ve Mûsâ, hoşnut olmadan ve üzüntülü olarak toplumuna döndüğünde, “Bana arkamdan ne kötü bir halef/ nesil oldunuz! Rabbinizin emrini çabuklaştırdınız mı?” dedi. Ve levhaları bıraktı ve kardeşi Hârûn'u kendine çekerek başından tuttu. Hârûn: “Ey anamın oğlu! İnan ki, bu toplum beni güçsüz düşürdü, az daha beni öldüreceklerdi. Onun için bana düşmanları sevindirecek bir şey yapma. Ve beni bu zâlimler toplumu ile bir tutma” dedi.

151Mûsâ dedi ki: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Ve Sen merhametlilerin en merhametlisisin.”

152Şüphesiz o altına tapanlara Rablerinden bir hoşnutsuzluk, dünya hayatında bir “aşağılık” erişecektir. İşte Biz, uydurmacıları böyle cezalandırırız da.

-153Kötülükleri işleyip de sonra arkasından dönen o kimseler ve iman edenler için de hiç şüphe yok ki, Rabbin bundan sonra yine de bağışlayıcı ve merhamet edicidir.-


Burada Musa peygamberin bir başka kıssası anlatılmaktadır. Bu kıssanın daha ayrıntılı anlatımı Ta Ha suresindedir:

83Seni toplumundan daha çabuklaştıran nedir ey Mûsâ?
84Mûsâ: "Onlar, benim izim-öğretim üzerinde olanlardır. Ben de Sen hoşnut olasın diye Sana acele ettim Rabbim" dedi.
85Allah: "Şüphesiz işte, Biz senden sonra toplumunu imtihan ettik. Samirî de onları saptırdı" dedi.
86Bunun üzerine Mûsâ öfkeli ve üzgün olarak hemen toplumuna geri döndü; "Ey toplumum! Rabbiniz size güzel bir vaat ile söz vermedi mi? Şimdi size bu uzun mu geldi, yoksa Rabbinizden size bir gazap inmesini mi arzu ettiniz de bana olan vaadinizden cayıverdiniz?" dedi.
87Onlar dediler ki: "Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden caymadık. Fakat biz o toplumun zînetlerinden birtakım ağırlıklar yüklenmiştik. Sonra onları fırlatıp attık. Sonra da işte böylece Samirî kafamıza soktu."
88Samirî onlara bir aldatan, tuzağa düşüren cesedi/altını çıkardı da İsrâîloğulları: "İşte bu, sizin ilâhınızdır ve de Mûsâ'nın ilâhıdır. Ama Mûsâ onu terk ediverdi" dediler. –89Peki, onlar görmüyorlar mıydı ki, altın kendilerine hiçbir sözle karşılık veremiyor; onlara bir zarara ve bir yarara güç yetiremiyordu!–
90Ve andolsun ki Hârûn daha önce onlara: "Ey toplumum! Şüphesiz siz bununla imtihana çekildiniz/dinden çıkıp kendinizi ateşe attınız. Ve şüphesiz sizin Rabbiniz Rahmân'dır [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tır]. Gelin bana uyun ve emrime uyun" demişti. 91Hârûn'un toplumu: "Mûsâ bize dönüp gelinceye kadar, biz ona tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz" dediler.
92,93Mûsâ: "Ey Hârûn! Bunların sapıklığa düştüğünü gördüğün vakit, seni benim yolumu takip etmekten engelleyen ne oldu? Yoksa benim emrime karşı mı geldin?" dedi.
94Hârûn: "Ey anamın oğlu! Sakalımı ve başımı tutma. Şüphesiz ben senin ‘İsrâîloğulları arasında ayrılık çıkardın ve benim sözüme bakmadın’ demenden korktum" dedi.
95Sonra da Mûsâ: "Ey Samirî! Senin bu yaptığın nedir?" dedi.
96Samirî: "Ben onların anlamadıkları bir şeyi anladım da elçinin eserinden bir avuç almıştım, sonra da onu fırlatıp attım. Ve bunu, bana böylece nefsim hoş gösterdi" dedi.
97,98Mûsâ: "Haydi git. Artık senin için hayat boyunca ‘Benimle temas yok’ diye söylemen var. Hem senin için asla karşı çıkamayacağın bir buluşma günü daha var. Bir de kulluk edip durduğun ilâhına bak" dedi. –Elbette Biz onu yakacağız, sonra da kesinlikle onu bol suda kökünden yıkacağız. Sizin ilâhınız, ancak Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'tır. Şüphesiz ki O bilgi yönünden her şeyi kuşatmıştır.– [Ta Ha/80–98]

Musa peygamberin kıssası ve Ta Ha suresinin 96. ayeti ile ilgili olarak kaleme alınmış aşağıdaki kısa pasaj, klâsik anlayışın bu konudaki ilginç yaklaşımına iyi bir örnek teşkil ettiği için, kendi tahlilimizden önce bu pasajı sunuyoruz:

Buzağı kıssasında rivayet olunduğuna göre, Samiri’nin adı Musa b. Zafer olup Samire diye bilinen bir kasabaya mensuptu. Erkek çocukların öldürüldüğü yıl dünyaya gelmişti. Annesi onu bir dağda mağarada saklamıştı. Onu Cebrail besledi. İşte onun Cebrail’i tanıması bundan dolayı olmuştur. Cebrail, Firavun denize doğru ilerlesin diye erkek ata arzu duyan bir kısrak üzerinde denizi geçtiği sırada Samiri onun kısrağının toynağının izinden bir avuç toprak almıştı. İşte yüce Allah’ın "Bunun üzerine o elçinin bastığı yerden bir avuç almıştım (Ta Ha 96)" buyruğunun anlamı budur. [Kurtubi; A’râf; 148 ile ilgili açıklamalardan]

Kıssada bahsi geçen buzağı hakkında tarih kitaplarında ve İbrani kültüründe yeterince bilgi yoktur. Yahudi asıllı olup ihtida eden Muhammed Esed ise "Kur’an Mesajı" adlı Kur’an çevirisinde buzağı hakkında şu açıklamayı yapmıştır:

İsrailoğullarının bu altın buzağısı, besbelli, yüzyıllarca süren mısır etkisinin bir ürünüydü. Mısırlılar Menfis’te tanrı Ptah’ın tecessümü olarak gördükleri kutsal boğaya, Apis’e tapınırlardı. Boğa yaşlanıp da ölünce, onun yerine hemen yeni bir Apis’in doğduğu düşünülüyor ve eskisinin ruhunun ölüm ülkesinde Osiris’e hulûl ettiğine inanılıyor ve bu iki başlı tanrıya bundan böyle artık Osiris-Apis (Greco-Egiytian dönemde "Serapis") adıyla tapınılıyordu. Altın buzağının çıkardığı "boğuk ses"e gelince, bunun, Mısır tapınaklarında bulunan ve içine açılmış bir takım oyuklar sayesinde ses çıkardığı bilinen putlarda olduğu gibi rüzgarın etkisiyle çıkan bir ses olması muhtemeldir. [Muhammed Esed, Kur’an Mesajı: Meal- Tefsir]

Buzağı konusu klâsik kaynaklarda yukarıda verdiğimizin dışındaki bir yaklaşımla yer almamıştır. Bizim bu konudaki tevilimiz ise başkadır:

BUZAĞI; BÖĞÜRMESİ [ÇEKİCİ, ALDATICI SESİ] OLAN CESET
Konumuz olan A’râf suresinin 148. ve Ta Ha suresinin 88. ayetlerine dikkat edilecek olursa, bu ayetlerde buzağı "böğürmesi olan bir ceset" olarak nitelenmiş ve insanların buzağı edinmek suretiyle şirke bulaşıp kendilerine zulmettikleri açıklanmıştır.

Bilindiği gibi, buzağı "sığır yavrusu" demektir. Ancak; günümüzde olduğu gibi, söz konusu olayın cereyan ettiği zamanlarda da yeryüzünde milyonlarca buzağının var olduğu gerçeği, ayetlerde geçen "buzağı" sözcüğünün müteşabih olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Zaten Rabbimiz de "buzağı"yı niteleyerek sözcüğün anlamını tevil etmiş ve "buzağı" ifadesinin müteşabih olduğunu bizzat göstermiştir.

Ceset, herkesin bildiği gibi "ölü vücut" demektir. Ama bu sözcük de müteşabihtir ve bize göre burada hakikat anlamı dışında kullanılmıştır. Hatırlanacak olursa "ceset" sözcüğü Sad suresinin 34. ayetinde de karşımıza çıkmış ve biz orada "ceset" sözcüğünün Süleyman peygamberi nitelediğini belirterek şu açıklamayı yapmıştık:

"Süleyman peygamberin tahtının üzerine bir ceset bırakılması, bize göre kinaye yollu bir anlatım olup bu ifade Süleyman peygamberin bir dönem tahtta yani iktidarda işe yarar işler yapmadığından kinaye olabilir. Nitekim Arapçada toplumda işe yaramayan kişilere " الميّت المتحرّكmeyyit-i müteharrik [hareketli ölü] denmektedir. Muhtemelen Süleyman peygamber bir dönem elinde olarak veya olmayarak pasifleşmiştir, çok zayıf düşmüştür, iktidarda olmasına rağmen muktedir değildir, âdeta yaşayan bir ölü durumuna düşmüştür."

Bize göre, "ceset" sözcüğü nasıl Sad suresinde Süleyman peygamberin "hareketli ölü" hâlini belirtmek için kullanıldıysa, burada da buzağının aslında hiçbir işe yaramadığını, iradesinin olmadığını, kendi kendine veya başkalarına yarar veya zarar vermeye malik olmadığını belirtmektedir. Buzağının bu işe yaramaz özelliği de A’raf/148’de "Onun kendilerine bir söz söylemezliğini ve bir yol göstermezliğini görmediler mi?" ve Ta Ha/89’da "Onlar görmüyorlar mıydı ki, o [buzağı], kendilerine hiçbir sözle karşılık veremiyor; onlara bir zarara ve bir yarara güç yetiremiyordu" ifadeleriyle pekiştirilmiştir.

Buzağının bu nitelikleri aslında insanların Allah’ın astlarından edindikleri sözde ilâhların nitelikleridir. Rabbimiz pek çok ayette tekrarlayarak bu nitelikleri insanlara iyice tanıtmış ve bu nitelikteki şeylerin ilâh edinilmemesini öğütlemiştir: Yunus/18, 106, Meryem/42, Enbiya/66, Maide/76, Ra’d/16, Şuara/73, Furkan/3, 55, Hacc/12 ve Bakara/102.

"Böğürmesi [çekici, aldatıcı sesi] olan" ifadesindeki "böğürme" sözcüğünün orijinali " خوارhuvar" sözcüğüdür. Bu sözcük, Lisanü’l-Arab’ta şöyle açıklanmıştır:

"Leys, "boğa sesi" olarak, İbn-i Side, "sığır, koyun, geyik ve havada uçan nesnelerin sesi" demişlerdir. "Huvar’ın aslı: Avcı geyik yavrusunu yakalar, onu bir yere bağlar ve onun kulaklarını ovalar. İşte o zaman geyik yavrusu böğürür [bağırır]. Bunu duyan yavrusunu kaybetmiş olan ana geyik, yavrusunun yanına koşar ve avcıya yakalanır." [Lisanü’l-Arab; c: 3 s: 245]

Lisanü’l-Arab’ın verdiği bu bilgiye göre "huvar", bir hayvanın normal böğürmesi değil, bir hayvanı tuzağa düşürmek için başka bir hayvana çıkartılan sestir. Yani "çeken, aldatan bir ses"tir. Nitekim bu, bir yöntem olarak ördek ve keklik avında da yaygın şekilde kullanılmakta, hatta "huvar" bir nevi boru ile taklit bile edilmektedir.

Konumuza bu bilgiler ışığı altında bakıldığında, ayetlerde "böğürtüsü [çekici, aldatıcı sesi] olan ceset" olarak nitelenmiş buzağının [altının] insanları tuzağa düşüren bir özelliğe, aldatıcı bir cazibeye sahip olduğu anlatılmaktadır.

Sonuç olarak bize göre burada konu edilen buzağı, [böğürmesi, çekici, aldatıcı sesi olan ceset], "altın"dır. Nitekim 148. ayetteki "kendi kadınlarının süs takılarından bir buzağı" ifadesi de buzağının ziynet olduğunu bildirmek suretiyle bu görüşü doğrulamaktadır. "Altın"ın [ziynetin] insanları nasıl tuzağa düşürdüğü, nasıl onları kendisine köle yaptığı [insanların "altın"ı ilâh edindiği], günlük hayatın içinde hiç çaba sarf etmeden görülebilecek bir olgu durumundadır. Ayrıca aynı kıssanın Bakara/67–71. ayetlerindeki anlatımında, ilâh edinilen sığır için kullanılan "sarı, lekesiz ve bakanlara haz veren" ifadeleri de aynen "altın"ın özelliklerini yansıtmaktadır. Bu konu, orada Rabbimizin "Bakara [sığır]" ifadesinin tevilini yapışı ile daha iyi anlaşılmış olacaktır.

Bu pasajda anlatılanlar Kitab-ı Mukaddes’in Çıkış/19 ve 32. Bölümlerinde yer almaktadır.

Kur’an’daki anlatım Kitab- mukaddes’teki anlatımdan farklıdır. Hele Musa peygamberin ilâhî emirlerin yazılı olduğu levhaları parçalayacak derecede hiddetine yenik düşmesi ve yere atılan taş levhaların üzerindeki yazılar okunmayacak şekilde parçalanması kabul edilir şeyler değildir.

154 Hoşnutsuzluğu Mûsâ'yı rahat bırakınca da levhaları aldı. Onlardaki yazıda da, ancak Rableri için adam olan kimseler için bir kılavuzluk ve rahmet vardı.

Dikkat edilirse, Musa peygambere verilen levhaların [Tevrat’ın] bu ayette sayılan nitelikleri, Kur’an’ın nitelikleri ile aynıdır. Kur’an’da Tevrat için "zikir", "furkan" isimleri kullanıldığı gibi, bu ayette de "rahmet" ve "kılavuz" olma nitelikleri kullanılmıştır. Bu nitelikler başka ayetlerde Kur’an için de kullanılmıştır:

2-4İşte bu kitap; kendisinde hiç kuşku yoktur, ıssız yerlerde iman eden, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutan], kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden Allah yolunda harcama yapan, sana indirilene ve senden önce indirilene iman eden Allah'ın koruması altına girmiş kişiler –ki bunlar, âhirete de kesinlikle inanırlar– için bir kılavuzdur. [Bakara/2]

185Ramazân ayı ki, Kur’ân, bir kılavuz olarak ve furkândan, yol göstermeden açık seçik açıklamalar olarak kendisinde indirilmiştir. ... [Bakara/185]


155Ve Mûsâ, belirlediğimiz vakit için toplumuna yetmiş adam seçti. Ne zaman ki, bunları o sarsıntı yakaladı, işte o zaman Mûsâ, “Rabbim!” dedi, “Dileseydin bunları da, beni de daha önce değişime/ yıkıma uğratırdın. Şimdi bizi, içimizdeki o aklı ermezlerin yaptıkları yüzünden değişime/ yıkıma mı uğratacaksın? O, Senin, saflaşmamız için ateşlere atmandan başka bir şey değildir. Sen bu saflaştırma işlerinle dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğine de kılavuzluk edersin. Sen bizim yardımcımız, kılavuzluk eden yakınımızsın. Artık bizi bağışla, merhamet et, Sen bağışlayanların en hayırlısısın.

156,157Ve bize hem bu dünyada bir iyilik yaz, hem de âhirette. Biz gerçekten de Sana döndük.” Allah diyor ki: “Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah'ın koruması altına girenlere, zekatını; Allah’ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları Anakentli/ Mekkeli Peygamber, o Elçi'ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O'na iman eden, O'na kuvvetle saygı gösteren, O'na yardımcı olan ve O'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”

Bu iki ayetten oluşan pasaj Musa peygamberin bir başka kıssasıdır. Bu kıssada, işledikleri günah için Allah’tan af dilemek ve yeni bir misak sağlamak [sözleşme yapmak] üzere İsrailoğullarından yetmiş kişinin Musa peygamberle birlikte Tur’a çıkışı anlatılmaktadır. Musa peygamberin yanında bu kadar kişi götürmesinin sebebi Bakara suresinde açıklanmıştır:

Hani bir zamanlar da siz, "Ey Mûsâ! Biz, Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız" demiştiniz de bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti. Sonra Biz, kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödersiniz diye sizi ölümünüzün ardından dirilttik/zilletten kurtarıp onurlu duruma getirdik. [Bakara/55,56]

155. ayette ve daha önce de bu surenin 78. ve 91. ayetlerinde geçmiş olan "رجفة recfe [azap]" sözcüğü ile deprem gibi doğal bir afet kastedilmiş olabileceği gibi, mecazî anlamda kişilerdeki psikolojik sarsıntı da kastedilmiş olabilir. Çünkü şüpheye düşen, Allah’ı görmedikçe inanmayacağını söyleyen, hatta buzağıya [ziynete] tapan kişilerin durumunu anlatmak için, onların din hususunda tam anlamıyla sarsıntı içinde olduklarının söylenmiş olması mümkündür.

Rabbimizin 156. ayetteki sözleri ise genel bir mesaj mahiyetindedir. Allah’ın rahmetinin her şeyi kuşattığına dair ifade, Allah’ın azabının, belâsının bile rahmetinden kaynaklandığı anlamına gelmektedir. Çünkü insanın azapla fitnelenmesindeki maksat, onu incitmek değil, onu doğruya iletmektir. Bu rahmetten istifade edecekler ise müttekilerdir.*





111 Bahr, “ister tatlı ister tuzlu olsun çok su” demektir. Bu sözcük, “kara parçası” sözcüğünün karşıtıdır. Bu sözcüğün aslı “yarmak”tır. Su, kara parçasını yardığı için bu isimle isimlenmiştir. Eski Arap şiirlerinde de Fırat nehri bahr sözcüğüyle yer almaktadır. Büyük, tuzlu sulara [denizlere] bahr denmesi yaygındır. (Lisân, “bhr” mad.; Tâc, “bhr” mad.)
Yine Mûsâ'nın ailesinin ve Firavun'un yaşadığı kent dikkate alındığında buradaki bahr sözcüğüyle de “Nil nehri”nin kastedildiği anlaşılır.

Bahr sözcüğü, Mûsâ ile ilgili âyetlerde: Resmi Mushaf: Bakara/50, A‘râf/138, Yûnus/90, Tâ-Hâ/77, Şu‘arâ/63 ve Duhân/24'te geçer.

112 Bu pasajda, Mûsâ'nın asa'sının ne olduğu açıkça beyan edilmektedir. Hatırlanacağı üzere 107. notta “baston”a asa denilmesinin, “onun üzerinde parmakların toplanması, sıkıca tutulması” sebebiyle olduğu açıklanmıştı. Burada sıkı tutulan şeylerin neler olduğu uzun uzun anlatılmıştır. Ayrıca, Resmi Mushaf: Bakara/63, 93; A‘râf/145, 171; Meryem/12'den de “kuvvetle tutulacak şeyin kitap/ilâhî vahiyler” olduğu açıkça anlaşılır.

113 Âyetin orijinalindeki sözcüklerin “hakikat” manası, “Bir buzağı; böğürtüsü [çekici, aldatıcı sesi] olan bir ceset edinmişlerdi” şeklindedir. Biz Mealde, mecâz anlamlarını verdik. Burada konu edilen husus, İsrâîloğulları'nın altının cazibesine kapılarak altını ilâh edinmeleridir. Bunu Tâ-Hâ ve Bakara sûrelerinde de göreceğiz. Ayrıntılı bilgi için bkz. Tebyînu'l-Kur’ân.

114 Müzzemmil/20'de (13. necm) geçmiş olsa da iniş sırasına göre Kur’ân'da, zekât sözcüğü ilk defa burada geçmektedir. O nedenle zekât ile ilgili kısaca bilgi vermek istiyoruz: Zekât sözcüğü, “temizlik, üreme, çoğalma, bolluk ve övgü” anlamına gelir. Kur’ân'da bu sözcüğün fiili bu anlamların hepsinde kullanılmıştır. ez Zekât olarak kullanılan kalıbı, malın temizlenişine; mal içindeki sail, mahrum ve tüm kamu haklarının çıkarılıp verilmesine isim olmuştur. Yani “Müminlerin devletinde, devletin, var olması, ayakta durabilmesi, salâtın ikame edilebilmesi (maddi ve manevi desteğin ve güvenliğin sağlanabilmesi) müminlerin iman borcu, kulluk görevi olarak verdiği vergi”dir. Biz buna kısaca, “vergi” diyoruz. Yalnız bu vergi, Sadaka gibi sıradan bir vergi olmayıp, İslâmî çerçevede belirlenen, verilen ve harcanan bir vergidir. Kur’ân'a göre verginin verilme zamanı kazanç anıdır.



*İşte Kuran, Araf Suresi






Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim